Mardin yöresinde dağlık bölgeler ve düz ovalar vardır. Dağlık bölgelerde yaşayanlara genellikle “Dağlı” (Çiyaî), düz ovalarda yaşayanlara da “Ovalı” (Berrivanî) derlerdi. Dağlılar çoğunlukla kışlık tahıl ihtiyaçlarını ovadan temin ederlerdi. Bu tahılı ya doğrudan parayla satın alırlar ya da mal değişimi suretiyle yaparlar. Örneğin ovada bulunmayan meyve ve sebzeleri merkep veya katırlarla köylere götürür, tahılla takas ederlerdi.
Ne var ki zaman kıtlık zamanı olduğu için ova köylerindeki insanlar dağlılar kadar misafirperver değillerdi. Kimse yiyeceğini kimseyle paylaşmak istemiyordu. Bu yüzden dağlılar mümkün mertebe, misafir kalmamak için akşama kalmak istemezlerdi.
Bir köylümüz Rahmetli babam Hac Yusuf’a anlatmıştı: Bir sonbahar günü, yüklerimizdeki yaş ve kuru sebzeleri buğdayla takas etmek üzere ova köylerine gitmiştik. Akşama kadar köyleri kapı kapı dolaştığımız halde yüklerimizdeki sebzeleri bitiremedik. Mecburen geceye kaldık. İkindiden sonra da bir sonbahar yağmuru başladı ki sorma gitsin; göz gözü görmüyor. Hem fırtına hem şiddetli bir yağış vardı. Köyde bizi misafir edecek ev aradık, fakat nafile… Kapısını çaldığımız evler ya hiç kapıya çıkmıyorlar ya da, kapıyı açmadan “Kardeş yerimiz yoktur, müsait değiliz” diyorlardı.
Gece hem karanlık hem yağışlı olunca bastığımız yerleri görmeden yürüyorduk. Üstelik ayaklarımızda ham sığır derisinden yapılmış çarıklar vardı. Bu çarıkların kötü bir huyu da vardı; suyla temasa geçince yumuşacık oluveriyor ve kaydırıyorlardı. Işığa yöneldiğimiz için hangi kapıyı kaç kere çaldığımız belli değildi. Belki de dönüp dolaşıp defalarca aynı yere geliyorduk. Nihayet bir kapının önünde durup kapıyı çaldık. Zayıf, pos bıyıklı ve elbise giydirilmiş iskelete benzeyen bir adam dışarı çıktı ve: “Size daha önce de yerimiz yoktur, dedik ama üçüncü defa geldiniz; buyurun, ne yapalım, bir gece idare ederiz” dedi.
Adam buyur etmişti etmesine ama sesi meçhul bir intikam hissini barındırır gibiydi. Adeta uğursuz bir baykuşun sesine benziyordu. Elinde cılız bir idare lambası vardı. Lambanın alevi, rüzgârın şiddetinden ha sözdü ha sönecek şekilde tir tir titriyordu. Adamın yüzü net görünmüyordu, ama ağzının içindeki uzun dişleri bembeyaz görünüyordu. Gözleri, içinde birer karanlık saklayan iki derin çukuru andırıyordu. Sebebini bilmeden adamdan nefret etmeye başladım.
İçeri girdik; önce hayvanlarımıza yer gösterdi. Yüklerimizi indirip hayvanlarımızı yerleştikten sonra misafir odasına alındık. Soba yaktılar; yatsı namazını kıldık. Isındık ve ıslak elbiselerimiz kurumaya başladı. Adam nereli olduğumuzu ve ne zamandan beri yolda olduğumuzu sordu. “Tuhup köyündeniz ve bir buçuk gündür yollardayız” diye cevap verdik. Adam konuştukça her keklimesi içimde kötü hisler uyandırıyordu. Bu yüzden sorularına çok kısa cevaplar veriyorduk. Epey bekledikten sonra sofra geldi. Tabağın içinde tereyağında kavrulmuş deriye benzeyen et parçaları vardı. Gayet güzel ve çekici bir kokusu vardı; ekmekle yedik. Yorgun olduğumuz için bir müddet sonra da uykumuz geldi, yattık.
Sabah namazına uyandık. Soba üzerinde pişen mercimek çorbasının kokusu ta bulunduğumuz odaya kadar geliyordu. Sofra erkenden hazırlandı. Çorbalarımızı içtik ve hemen kalkıp hazırlık yapmak üzere hayvanlarımızın yanına gitmek istedik. Ama o da ne? Deri çarıklarımız bıraktığımız yerde değillerdi. Ev sahibine sorduk; “Çarıklarımız… Onları buraya koymuştuk ama…” dedik. Adam sabah mahmurluğuyla gözlerini ovuşturdu. Pos bıyıkları intizamsız bir şekilde dudaklarını kapatıyordu. Kulaklarını kapatan saçlarındaki kir o kadar belirgindi ki, en az bir aydır su yüzü görmemişti. Şöyle bir doğruldu ve bize, “Çarıklarınız mı? Dün akşam yemeğinde onları afiyetle yediniz, hatırlamadınız mı?” dedi. Dehşet içinde kalıp elimi ağzıma götürdüm. Arkadaşımla birbirimize baktık; beynimizden vurulmuşa dönmüştük.
Ben, “Yani siz dün gece çarıklarımızı mı bize yemek yaptınız?” dedim. Adam, “Evet; biz iki kere size, yerimiz yok, dediğimiz halde
üçüncü kere kapıya geldiniz. Yiyecek başka şeyimiz yoktu. Yumuşamış çarıklarınız en uygun malzemeydi; tereyağında kavurduk; siz de afiyetle yediniz” dedi. Adamın gözlerindeki şeytanî parıltı, burnundaki tiksindirici yamukluk uğursuz bir baykuşu hatırlatıyordu. İlk karşılaştığımızda neden adama karşı meçhul bir nefret duyduğumu yeni anladım. O kadar üzülmüştüm ki yıkılmamak için, mafsallarımdaki sinirleri gerip yumruklarımı sıktım ve duvara yaslandım. Zira yalın ayak kalmıştık. Başımızı iki avucumuz arasına alıp düşünmeye başladık. Acaba bunca yolu yağmur, çamur içinde nasıl yaya olarak tepecektik?
Korkunç bir şekilde paniklemiştik. Ümit ve ümitsizliğin kucaklaşmasından doğan karışık hisler içindeydik. Nihayet kendimizi topladık ve hayvanlarımızı çıkardık; yüklerimizi bindirip yay olarak yola çıktık. Belki de bütün faziletleri tüketmiş olan adam, kimse bir daha misafirlik için kapısını çalmasın diye bize bir böyle ders vermek istemişti.