Birkaç parça giysiyi köylüler vermişlerdi.
Rênas sordu “kimse sizi takip etmedi demi” diye sorunca; gençler “giderken farklı yerden, dönüş farklı yerden” deyince…
Rênas “peki, bu akşam burada rahatça gidebiliriz artık” dedi.
Ali Rıza şunu anlattı “arkadaşlar; bundan sonra akşamları gideceğiz”.
Onun için çok dikkatli olmalıyız birçok köy yakılıp yıkılmış ve askerler dağları bile tutmaya başlamış.
Onun için dikkatli bir şekilde geceleri yolculuk yapacağız deyince, karamsar bir hava esti aramızda.
Ama Rênas “bu sizin şevkinizi kırmasın, bu haliyle daha güvende yolculuk edeceğiz”.
O kadar içimiz yanıyordu ki, anlatılacak gibi değildi.
Dışarıda gelecek haberleri bekliyorduk, bir haftadır oradan oraya adeta gölge gibi dolaşıyorduk.
Sessiz ve o kadarda masum bir şekilde sadece kaçarak hayatta kalmaya çalışıyorduk.
Yiyeceğimiz yoktu, yorgunluk, korku, bilinmezlik ve içimize sinmiş sefalet hepsini birden yaşıyorduk.
Artık kendimizi bile tanıyamıyorduk, kendi yüzümüze baktığımızda, yüzümüzün derisi sertleşmişti.
Güneş her yerimizi yakmış, soğuktan, gözlerimiz ve derimiz pörsümüş kendisini çekmiş gözlerimiz derinlere saklanmış gibiydi.
Bizim yakın akrabalarımız bile bizi tanıyamazdı.
Nerdeyse ölü birer gezen olmuştuk ve tanınmayacak hale gelmiştik.
Çünkü ölmemek için ve hayatta kalabilmek her gün bir yere göçüyorduk.
Artık nerdeyse bizim yaşamımızın bir parçası haline gelmişti.
Akşam yola çıkmadan önce, Rênas bizi son kez uyardı.
Bizler akşam yolculuk yapacağız, onun için sizlerden özelikle, çok dikkatli davranmamız gerekir.
Yoldan giderken, yolumuzun üzerinde derin çökmeler, derin yarıklar, obruklar var onların içine düşmemeye çalışalım, düşersek bir yerimiz kırılır, ayrıca küçük oyuklar var onlara basarsanız ayağınız kırılır dedi.
Duyduğuma göre bazı yerlerde askerler derin mevziler kazmış, onların içine düşmeyelim.
Ormanların içlerinde, ayılar için kapan kurmuş olanlar var öyle yerlere dikkat edin diye konuşunca içime bir korku girdi.
Yüksek yerlerde küçük kar kütleleri var, kütle kayabilir, üstünüze düşebilir diye sıkı sıkıya uyardı.
Dereleri geçerken, sığ yerlerden gitmemiz gerekir ama ilahi gideceksek, köylerden arkadaşlara söyledik bize ip getirecekler.
Ya da, birbirimizin elini tutarak geçmemiz gerekir.
Böylece yola çıkmaya hazır olduğumuzu belirttik.
Önce iki kişi, mağaranın dışına gidip etrafı biraz dinledikten sonra mağaradan teker teker çıkmaya başladık.
Dışarıya çıkar çıkmaz soğuk hava yüzümüze tokat gibi çarpıyordu.
Küçük bir patikadan yukarıya doğru çıkmaya başladık.
Zarife’yle birlikte yürüyordum, önümüzde Gulazer da gidenleri takip ediyordu.
Böylece karanlık gecenin yorgun misafiri durumundaydık.
Toplam bir düzine kadar insanız, en yaşlımız Cafer amca, Dersim için Ruslarla savaşmış, sağ elinden yaralanmış o yarayla yıllardır yaşamış ama şimdi sürgün olarak kendi savunduğu topraklardan başka yere gitmek için çabalıyor…
Bir ara şöyle demişti; ben Ruslardan kurşun yedim ama onlar benim için düşmandı.
Şimdi, birlikte savaştığım ülkem beni yok etmek için türlü türlü oyunlar oynuyor.
Bu oyunları, Rumlar bile organize edemezdi.
Kelimler ağzında çıkınca, gözlerinden istemsiz yaşlar akıyordu.
Bunlar bizden ne istiyorlar, bizler Dersim'i Ruslara teslim etmedik diye mi bunu bizlere reva görüyorlar deyince hepimizin gözlerinde yaş aktı ve duygulandık. Gece yola çıkmamız birçoğumuz için ölüm sayılırdı.
Küçük çocuklar soğuğa dayanamıyordu, Elif haydi anne içeri gidelim diye, annesinin yüzüne vuruyordu.
Annesi onu kandırmak için elinden gelen her şeyi yapıyordu ama o da fayda etmiyordu.
Bazen ben, bazen de Gulazer Elif’in elini tutuyorduk.
Ama maalesef o da fayda etmiyordu.
Gulazer, köye gitmiş gençlerden, varsa bir parça elbise veya kumaş istedi, gençlerden biri bir parça elbise var dedi.
Bir çuvala koymuştu eski elbiseyi, çıkarıp Gulazer’e verdi, Gulazer’de Elif’in üstüne attı.
Yolumuz uzun ve gece olunca yer yer sert ve taşlıktı, bazen bastığımız küçük taşlar kayıyordu.
El ele tutuşmamız bizi düşmekten koruyordu.
O gece sorunsuz olarak bayağı yürüdük, sabahın ilk ışıklarıyla Munzur çayının Kırmiğ boğazına girdik.
Rênas, arkadaşlar bu kadar yolu yürüdüğümüze inanamıyorum ama bundan sonra da zor geçitler ve zor yollarımız olacak, karşıya geçmemiz gerekir.
O bölgeyi iyi bilen Ali Rıza aşağıya dereye indi, bizlerde ağaçların arkasına saklandık.
Ali Rıza arada çok geçmeden geldi, geçmek için engin yeri tespit etmişti. İpi aldı ve önce yüzme bilen gençlerden birini derenin karşısına geçirdi.
Ardında ilk önce yaşlı ve kadınlar, ben de kadınlara birlikte ipe tutunarak karşıya geçtim.
Su ancak göğsüme geliyordu, karşıdan hemen uzaklaşmamız gerekiyordu.
Üst tarafta iki mağara var, onlara bakıp gelin dedi.
Rênas arkadaşlar; hemen iki kişinin gitmesini söyleyince Heybo ve Cemo gittiler.
Ali Rıza, yakında iki mağara olduğunu söyledi, her ikisinde bakmalarını istedi. Onların gidişinin ardında, yüksekten uçan bir doğanı gördüm, pençelerini arasına bir güvercin almıştı, pençesinde olan kuş kurtulmak için çırpınıyordu zavallı kuş. Bu görüntüye bakınca; özellikle kendi durumum aklıma geldi. Doğan özgürce kanatlarını çırpmadan öyle gökte dönüp dönüp duruyordu.
Ben de öyle bir hayale kapıldım ki anlatamam… Acaba ben de böyle uçabilir miydim diye aklımdan geçirdim. Sonra öyle bir şeyin olamayacağını ama ancak uçakla insanların uçabildiğini en azında ben biliyordum.
Heybo ve Cemo gidince bizde ağaçların arkasında biraz dinlendik. Devam edecektir.