Vezir rehine olarak Nasrudevle’nin oğlu Emîr Hasan’ı kendisine gönderdi. O da ata binerek Su Kapısı’ndan şehre girmek istedi. Kapıya yaklaşınca başına nelerin geleceğini sezdi, pişman oldu, tereddüte düştü ve dönmek istedi. Vezir bunu yüzünden anladı ve hükümdarın iki kardeşi Emîr Fadlun ile Emîr Namık’ı getirin diye buyurdu.
Bunlar getirilince ikisini de Sâlâr’ın karargâhına gönderdi. Bunun üzerine Sâlârın şüphesi dağıldı ve şehre girdi. Saraya varınca yanındaki askerleriyle birlikte bir odada oturdu. Vezir ise hükümdarla konuşmaya gitti.
Hükümdar “Ne yapmalı” diye sorunca vezir, “Onu tutukluyalım” cevabını verdi. Hükümdar “Nasıl olur kardeşlerim askerlerinin elindedir” diyerek itiraz etti. Vezir cevaben “kardeşlerin sana düşmandırlar, sen onların karşılığında Diyarbekir ve memleketi satın alıyorsun” dedi. Emîr, “Aramızda kararlaştırılan parayı kendisine verelim gitsin” deyince vezir, “Bunu yaparsan yarın bir başkası gelir, öbür gün bir başkası. Üzerine öyle bir kapı açılır ki artık ebediyyen kapatamazsın” diyerek hükümdarın yanından ayrıldı. Sâlâr ve arkadaşlarını yakalattı. İşin içyüzünü anlayan Sâlaâr: Lailâhe İllâllah, düşmanını düşmanıyla yakaladı.
“Sâlâr yakalanınca bütün Meyyâfârikîn askerleri şehirden çıkarak Sâlârın karargâhına saldırdılar, ellerine geçirdiklerini yağma ettiler, askerlerin bir kısmını da öldürdüler. Hükümdarın iki kardeşini de yakalayarak Su Kapısı’nın dışındaki tepede başlarını kestiler.
Ötekini de yakalayarak henüz sırtına binilmemiş bir tayın kuyruğuna bağladılar ve bıraktılar. Tay başıboş dolanarak onu Tırmin (şimdiki Tılmin’)e götürdü. Orada çiftçi bir adam kendisini gördü ve kurtararak şehre gönderdi. Şehirde tedavi edildi, iyileşti ve yaşadı.
Bunun Emîr Fadlun olduğunu sanırım. Askerler, Sâlâr’ın karargâhını yağma edip adamlarını bir kısmını öldürdükten ve bir kısmını da esir aldıktan sonra geri döndüler. Birkaç gün sonra Emîr Su Kapısı’nın dışındaki tepenin üzerinde oturdu ve Sâlâr-ı Horasan ile arkadaşlarını getirtip hepsinin başlarını kestirdi.
Cesetleri de alıp mezarlığın altındaki Sıyut denilen yere götürülerek, kazılan çukurlara atıldı ve üzerlerine onları örtecek kadar toprak bırakıldı. O yer Sâlâr-ı Horasan Savaşı diye bilinmektedir.”7.
Prof. Cons Mol, “Ailesi içinde yalnız yaşamasını bilen Türk, tensık bir hükümete muhtaç değildir. Ancak akın ve istilâ devirlerinde bir reis-i hükümet ister ki o da mevcuttur. Zira o ihtiyacın istifası zamanında derhâl bir kumandan görünür. Atilla, Cengiz, Timur, Hülagu birtakım adsızlardır ki, ani bir surette görünmüşlerdir.”8.
Aşıkpaşazade’ye göre, Osman Bey Selçuklu Sultanından izin alınması gerektiğinin hatırlatılması üzerine öfkeyle; “…Eğer O, ben Selçuk Hanedanındanım derse, ben de Gök Alp Oğluyum derim. Eğer o bu ülkeye ben onlardan önce geldim derse Süleyman Şah dedem de ondan evvel geldi.”9. der.
Ünlü şairimiz Ziya Gökalp, Salar-ı Horasan gibi “adsız şan” lıları, “asker ve şair” adlı şiirinde.
“Bu nefere dikkatle bak ey şair! Vatanını unutamaz hiç kalbi,
Onun kazandığı adsız bir şanın. Gölgesiyle tarihimiz dolacak”10.
İşe bu “adsız şan” sahibi, Salar-ı Horasan Urfa coğrafyasında tarihimize ışık tutmuş. “Horasan” sıfatı ise; bu Alp’in soyadı olmuş olmakla Urfa’nın İslamlaşması ve Türkleşmesinde “ocak” kültüne dönüşmüştür.
Horasan Ocağı misyonunu duygu, düşünce ve inancında yaşatarak Rumeli’ne gelen, Alp (Komutan)’ların en önemli karakter özelliği. “Oğuz Alpları uyuyan düşmanı öldürmezler.” Fakat, kendileri hilekarlıkla öldürülürler.
Bu Tıpkı, Ebu Müslim-i Horasanînin öldürülüşünde görüldüğü gibi Salar-ı Horasan’ın akibeti de öyle olmuştur.
*****
1- Prof. Dr. Bahaeddin Öğel, “Türklerde Devlet Anlayışı”, (13. Yüzyıl Sonlarına Kadar), Başbakanlık Basımevi, Ankara,1982, s.273
2- Gregory Abû’l Farac, “Abû’l Farac Tarihi”, Cilt: 1, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1987, s.317; Kısas yerleşim birimi Roma devrinde “ksaus”, Bizans devrinde “kesos”, Arap tarihinde “aksas”, olarak geçmektedir.
3- Muhammet Beşir Aşan, “Elazığ, Tunceli ve Bingöl İllerinde Türk İskân İzleri (XI-XIII. Yüzyıllar)”, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Ankara, 1992, s.40; M.A. Köymen, a,g.e., s.255; C. Cahen; A.g.e., s.85; * Mehmet Kurtoğlu, “Urfa Efsaneleri”, s.74-75.
4- Hrant D. Andreasyan, “Urfalı Mateos Vekayi-Nâmesi (952-1162)”, TTKB, Ankara, 1987, s. 127; Burada adı geçen Ksaus; yerleşim yeri, günümüzde Urfa şehir merkezine 15 km. mesafedeki Kısas köyüdür.
5- Prof. Dr. Ali Sevim, “Ünlü Selçuklu Komutanları Afşin, Atsız, Artuk ve Aksungur”, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1990, s.9.
6- Oğuz Ünal, “Horasan’dan Anadolu’ya”, Töre Devlet Yayınevi, Ankara, 1980, s.101; * Turan, Selçuklular Tarihi, s.117; Claude Cahen, “Türklerin Anadolu’ya İlk Girişi”, Çvr: Yaşar Yücel-Bahaeddin Yediyıldız, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1992, s.18; MATH., 130-133; B.H., 217-218; İBN Al- AZRAK, 143-144
7- Şevket Beysanoğlu, “Anıtları ve Kitâbeleri ile Diyarbakır Tarihi” Cilt:1, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Sanat Yayınları, Mn Tanıtım, Ankara, 1996, s.214; İbnü’l-Ezrak, ayni eser, sf.170-173
8- Prof. Cons Mol, “Anadolu’da Türkiye Yaşayacak mı? Yaşamayacak mı?”, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul, 2008, s.32
9- Erdoğan Aydın, “Osmanlı Gerçeği ‘Nizam-ı Âlem’in Gayri Resmi Tarihi”, Cumhuriyet Kitap Kulübü, İstanbul, 2000, s.93; “Cemcem; “Erzurum’da türbesi olan Cemceme?” Prof. Dr. Ali Sevim, “Ünlü Selçuklu Komutanları”, TTKB., Ankara, 1990, s.6; * Cümcüme’nin Urfa ve Bozova’da birbirinden farklı versiyonu efsanesi anlatılmaktadır.
10- Sadri Karakoyunlu, “Türk Askeri İçin Savaş Şiirlerinden Seçmeler (1914-1918)”, Atatürk Kültür Merkezi Yayını, Sayı: 20, Ankara, 1991, s.16.