Kadim zamanlarda selef-i salihinin reddettiği mutezile, cebriye, murcie ve şia gibi batıl mezhepleri yeniden gündeme taşıyan ve onların görüşlerine sahip çıkan bu sözde âlimler, “Ben Ehl-i Sünnet ve’l-
Cemaattenim” demeyi bile zül kabul ediyorlar. Şunu kesinlikle ifade edebilirim ki, Hak ile batılı birbirine karıştırıp “Hak budur” diye takdim eden bu kişiler, ne kadar çok malumata sahip olursa olsunlar cahildirler, hatta cehl-i mürekkep içindedirler; bilmiyorlar, bilmediklerini de bilmiyorlar.
İslam’ın tefsir geleneğini altüst eden ve indî görüşleriyle İslamî ilimleri zehirleyen sözde âlimlerden birisi bir meal yazmış. Diyanetin Din İşleri Yüksek Kurulu uzmanları da bu meali incelemiş ve İslam’ın özüne aykırı birçok görüş tespit ederek yasaklanması için mahkemeye başvurulması gerektiğini belirtmişlerdir. Mahkeme sağduyulu davranarak kitabın toplatılması ve imha edilmesi yönünde karar vermiştir. Din İşleri Yüksek Kurulunda çalışan uzmanları tanırım. Onlar eskiden beri gerçekleri kaleme alan yeterli âlimlerdir. Bir zamanlar Süleyman Ateş diyanet reisi iken (1976-1978) bir ilmihal yazarak Diyanet yayınları arasında bastırmak istemişti. Din İşleri Yüksek Kurulu bu eseri incelemiş, eserin yüzlerce yanlışını tespit ederek “Diyanet yayınları arasında yayınlanması uygun değildir” şeklinde cesurca bir rapor vermişti. Diyanet reisi Süleyman Ateş kendi eseri hakkında böyle bir raporun verilmesini şaşkınlıkla karşılamıştı.
Ama gelin görün ki, depremzede vatandaşlar matem içinde Yıkılan evlerinin altında kalan şehitlerinin acısını çekerken birçok İlahiyat hocası, yanlışlarla dolu bir meal hakkında Diyanetin verdiği kararın bir engizisyon kararı olduğunu söyleyip o itikadı bozuk yazarın yanında yer aldılar. Sadece İlahiyat hocaları değil, ne kadar dinsiz ateist yazar, ne kadar deist zındık varsa hepsi İlahiyat hocalarının yanında yer aldılar. Hep bir ağızdan Diyanetin ve mahkemenin kararına ateş püskürdüler.
İslam tarihinde, İmam Azamın “el-Fikhu’l-Ekber” adlı kitabında ifade edilen itikadî görüşlere aykırı söz söyleyenlere zındık denilmiştir. Küfrünü açıklamamakla birlikte dinî ve itikadî konularda laubali davranan, mezhepleri kabul etmeyen, mucizeyi reddeden, Kur’an’ı kendi görüşüne göre tefsir eden ve sahih Sünnete aykırı görüş beyan edip görüşlerinde ısrar eden ve bunu yayan herkes zındık sayılır. İslâm’ın ilk döneminde bunlara daha çok münafık denildiyse de Emevi, ve Abbasî dönemlerinde, hatta Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde
bunlara Zındık denilmiştir. İlk Zındık Ca’d b. Dirhem, Emevî halifesi Hişâm b. Abdülmelik döneminde idam edilmiştir. Özel mülkiyeti reddeden, her türlü mülkün halkın ortak malı olduğunu savunan, kadın erkek bir arada sazlı içkili ayinler düzenleyen ve umumiyetle İbaha mezhebini savunan Şeyh Bedrettin Simavî de 1420’de Osmanlı döneminde zındık olarak öldürülmüştür.
Hatırlayın, 20. yüzyılda Türkiye’de bazı Marksist yazarlar ve her türlü malın herkese helal olduğunu savunan komünist dinsizler fikirlerini zındık olarak öldürülen Şeyh Bedreddin Simâvî’ye mal ederek taraftarlarının başlattığı isyanı devrimci bir halk hareketi şeklinde yorumladılar ve bu yönde çeşitli fikrî ve edebî eserler kaleme aldılar.
Şimdi de aynı şey yapılıyor. Sözde bir ilahiyatçı, tahrif ve tağyirle dolu bir meal yazıyor; yazdığı meal mahkeme tarafından imha edilince ilahiyatçı hocalar, dinsizler, ateistler ve deistler hep birlikte, o yazarın tarafında yer alarak Diyanete saldırıyorlar. Yazı ve söz özgürlüğünün yok edildiğini, Diyanetin bu kararının bir engizisyon kararını andırdığını ve Din İşlerinde görev yapan uzmanların taraflı tarikatçılar olduklarını söylüyorlar. Yazıklar olsun sizin hocalığınıza; Sünneti yok sayan, mucizeyi, kerameti inkâr eden ve mutezilî görüşler savunan bir dalalet grubuna mensup olan birisini savunmaktan hayâ etmiyor musunuz?