Kaynakların anlattığına göre Medine’de yaşayan el-Muhayrik Yahudi âlimlerinden biriydi. Resûlullah (s) müşriklerle savaşmak üzere Uhud’da iken Cumartesi günü Yahudilere, “Ey Yahudi topluluğu! Vallahi sizler Muhammed’in peygamber olduğunu biliyor ve ona yardım etmenin sizin üzerinizde bir hak olduğunu da biliyorsunuz” dedi. Yahudiler ise, “Sen ne diyorsun? Bugün kutsal günümüz Cumartesi günüdür. Bugün nasıl savaşa gideceğiz?” dediler. Muhayrik, “Siz yalan söylüyorsunuz; Muhammed sizden daha iyi biliyor. Cumartesi günü diye bir şey yoktur!” dedi.
Sonra silahını aldı, Resûlullah (s) ve Müslümanların safında yer alarak Uhud’da hazır bulundu; müşriklerle savaştı. Ancak fazla savaşamadan bir ok darbesiyle öldürüldü. Resûlullah (s), “Muhayrik Yahudilerin en hayırlısıydı” buyurdu. Gerçekten de Muhayrik hayırlı bir adamdı. Çünkü Uhud’a çıkarken, “Eğer öldürülürsem mallarım Muhammed’in olacaktır. Allah ona nasıl emrederse malları orada harcar. Mallarımı harcama yetkisi Muhammed’e aittir” şeklinde vasiyetini yapmıştı. Onun bu vasiyeti üzerine malları Resulullah’a (s) verildi ve o mallar, Resûlullah’ın (s) genel sadakalarından biriydi. İhtiyacı olanlar oldukça bu maldan onlara verilirdi.
Hâtıb b. Ümeyye Medineli bir münafık idi. Onun oğlu Yezîd b. Hâtıb ise Resûlüllah (s) ile beraber hareket eden doğru ve imanlı bir adamdı. Resûlüllah (s) ile birlikte Uhud savaşına katılmış ve orada yaralanmıştı. Akrabaları onu savaş meydanından alıp evine bıraktılar. Hatıb’ın Yezîd’in yarası ağırdı. Ev halkı onun için ağlamaya başlarken münafık olan babası oradaki Müslümanlara, “Vallahi oğluma bunu siz yaptınız!” dedi. Onlar, “Nasıl yani?” dediler. Babası, “Oğlumu kandırdınız; o da Uhud’a çıktı ve ölüm yarası aldı. Siz ona, gireceği üzerlik otundan güya bir cennet vaat ediyorsunuz ”dedi. O bu sözüyle müminlerin imanıyla ve cennet anlayışlarıyla alay ediyordu. Müşrik Araplar “Üzerlik otu” benzetmesiyle cenneti hafife alıyorlardı. Orada bulunan Müslümanlar da, “Allah seni kahretsin! Ne biçim konuşuyorsun? Çabuk tövbe ve istiğfarda bulun!” dediler. Fakat o
münafık “O iş öyledir, sözüm değişmeyecektir” dedi ve İslâm’ı kabul etmemekte direndi.
Bir de Medine’de Kuzman adında müşrik bir adam vardı. Uhud savaşına çıkıp kahramanca savaşmıştı. Kuzmân’ın hangi kabileden olduğu kesin bilinmiyordu ancak Benî Zafer kabilesinden sayılırdı. Kendisi Benî Zafer kabilesi için koruyuculuk yapar ve onları seviyordu. Kuzman fakir bir adamdı; karısı ve çocukları yoktu. Ancak Arapların kendi aralarındaki savaşlarında kahraman bir şahsiyet olarak biliniyordu.
Savaşmak için Müslümanlarla birlikte Uhud’a geldi ve orada şiddetli bir şekilde savaştı. Kılıcını çok güzel kullanıyor ve önüne geleni öldürüyordu. Bu hızla altı veya yedi Mekkeli müşriki öldürdü. Sonra yaralandı. Resûlullah’a (s), “Ey Allah’ın Resûlü, Kuzmân yaralandı. O şehid midir?” denildi. Resûlullah (s), “Hayır, O cehennemliktir.” dedi. Bazıları Kuzmân’ın yanına geldiler ve kendisine, “Şehitlik sana helal olsun ey Ebül-Gaydak!” dediler. Kuzmân, “Bana ne müjdesini veriyorsunuz?” dedi. Onlar, “Sana cenneti müjdeliyoruz.” dediler. Kuzmân, “Üzerlik otundan bir cennet mi? Vallahi biz cennet ya da ateş üzerine savaşmadık. Biz sadece beldemizin korunması ve şerefimiz uğruna savaştık” dedi ve heybesinden bir ok çıkarıp onunla kendini öldürmeye çalıştı. Demirli la kendisini öldüremeyince kılıcını aldı ve sırtından çıkıncaya kadar üzerine dayandı. Bu durum Resûlullah’a (s) anlatıldı; Resûlullah (s), “Ben size dememiş miydim, gerçekten o cehennemliktir.” dedi. (el-Vakıdî- Hz. Peygamber’in Savaşları, Çev. Musa K. YILMAZ)
Şimdi Kuzman’dan başlayalım. Din uğruna savaşmak ve şehid olmak herkese nasip olacak bir makam değildir. Müşrik olan Kuzman memleketini ve şerefini korumak için bütün fedakârlıkları yapıyor, bu uğurda canını bile feda ediyor, fakat iman nasip olmuyorsa cennet de nasip olmuyor. Çünkü hidayeti veren ancak Allah’tır. Şeref uğruna, mal ve mülk uğruna savaşanların kulakları çınlasın.
Herkesin şehitlik için sevinmesi ve o makamı idrak etmesi de kolay değildir. Hele bir münafık bunu hiç idrak edemez. Bir mümin şehit olmak için Uhud’a gidiyor, şehadete yürümek üzere ağır yara alıyor,
fakat babası münafık olunca oğlunun şehadetine sevineceği yerde öfkeyle küfür kusuyor. Demek Cennet ucuz değil, cehennem de lüzumsuz değil.
Yahudi Muhayrık’a gelince, tıpkı Ebu Talib gibi hem Peygamber’e ve Müslümanlara yardım ediyor, hem de İslam peygamberine inanmaya tam yanaşmıyor. Bu da çok enteresan bir yaklaşım… İman nasip olmayanınca tüm çabalar boşa gidiyor.
Günümüz toplumlarında bu üç türden de insan vardır. Kimisi mal-mülk, para, şeref, haysiyet, ırk ve gurur için yaşar. Böyleleri elbette dünyada şeref de kazanırlar, mal-mülk de. Ama şerefleri de paraları da hayat kaydıyla mukayyettir. Kimisi vardır icatlar yapar, köprüler inşa eder ve insanlık için çok faydalı işlere imza atar ama Allah’a imana gelince nasipsizdir. İnsanlığa hizmet edip de iman etmeyenler için bir garanti yoktur. Allah isterse ahirette onlara bir fayda temin eder. “Çünkü insan iman ile insanda tezahür eden sanat-ı ilahiye ve nükuş-u esma-i rabbaniye itibariyle bir kıymet alır.” (Sözler) Yani İnsanın hakiki kıymeti, Allah'ın ahsen-i takvimde yarattığı en güzel ve en mükemmel mahlûk olmasındandır. Ahsen-i takvimdeki bu hakiki güzellik de ancak imanla ortaya çıkar. Kimisi de var ki iman ve amel-i salih uğruna bu dünyada ölüm dâhil her şeyi göze almaya hazırdır. Çünkü “iman insanı insan eder, belki insanı sultan eder. Evet, hakiki imanı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir.” (Sözler) İşte gerçek kazananlar bunlardır.