Türk ulusu asker bir millet olduğu gibi aynı zamanda ozan bir millettir. Bu itibarla tarihsel olarak beylikler dönemi kahramanlık destanlarında vatan sevgisi ve mazlumdan yana olma olgusu temel bir karakter özelliği olarak ortaya çıkar.
Ozanlık geleneğine gelince bırakın Alevi-Bektaşi şairlerini Osmanlı padişahlarından 19’u şair olup, milli kimlikleri ve şaman ayinlerinin bir yerde süreği olarak şiire ve şaire verdikleri önem nedeniyle, “Devlet-i Ali” şairlere maaş bile tahsis etmiştir ki, işte bu şairlerden biri de Fuzuli’dir.
Fuzulî, Osmanlıdaki gidişatın kötüye gittiğini hatırlatmak için de “Selam verdim, rüşvet değildir diye almadılar.” dizesi ile hiçbir makamdan sözünü esirgemeyerek, sesini duyurmak istemiş, ama maaşı kesilmiş, İran’ın Şiî inancıyla özdeşleştirilmeye çalışılarak, Alevi-Bektaşi yedi ulu ozanlarından biri olduğu öne çıkarılmamaya çalışılmıştır.
“Bektaşi tekkelerinin coğrafi dağılımına dair en eski çalışmanın sahibi olan F.W. Hasluck, haklarında ayrıntılı bilgi vermeden Bağdat, Kâzımiyye Kerbela, Necef ve Samerra gibi Şiilerce kutsal kabul edilen yerlerde Bektaşi tekkeleri olduğunu belirtir. Bunlardan Kerbela’daki tekke bilhassa ön plana çıkmaktadır.
Kerbela’daki tekkenin kuruluşuna dair yazıya geçirilmiş en eski sözlü geleneklerden birinin kaynağı da yine Abdülhüseyin Dede’dir. Buna göre, Kerbela’daki tekke 500 yıl önce Abdülmüminin adındaki bir Bektaşi şeyhi tarafından kurulmuştur. Meşhur şair Fuzuli de bu zata bağlanarak bir süre Kerbela’daki tekkede çerağcılık hizmetinde bulunmuştur. Her ikisinin de mezarlarının tekkenin içerisindeki çukur mağarada olduğu rivayet edilir.”1.
Bu “hizmet” tıpkı, Yunus Emre’nin Tapduk Emre dergâhında 40 yıl hizmet ederek, dergâha hiçbir eğri odun getirmemesindeki düstur gibidir. Fuzuli de ömrünü Hz. Hüseyin türbesi ve oradaki Bektaşi dergâhına hizmete adayarak, vefatında da oraya defnedilmesini vasiyeti ile kanıtlamış örnek bir inanç eri ve yedi ulu ozanlardan biri olmuştur.
Yukarıdaki bu güzergâh bilindiği üzere Kerbela orijinli olup, Alevi-Bektaşilerin “Hac Yolu”, “Hac Merkezi” dir ki, 13. Yüzyılda Hacı Bektaş Veli Anadolu’ya gelişinde bu yolu takip ederek Anadolu coğrafyasına gelmiştir. “Onun “hacı” sıfatı Mekke’yi ziyaretinden değil, Ahmet Yesevî yolağından olduğu için sıfatı “Hâce” dir. Hâce; Farsça Efendi anlamında olup, günümüzde Anadolu Alevi-Bektaşileri, Bektaş Velî dergâhı postnişinine “efendim” diye niyaz ederler. Hâce Bektaş’ın adı ise Oğuz-Türkmen şivesinde; Beğ (asalet) anlamında olup, öğretilerinde de bunu ilke olarak benimseyip, uyguladığı için toplum nazarında beğ, sultan anlamında adı beğ+deş’ tir.
Türk kültüründe “Beg der ki: “Taht üç ayak üzerindedir, hiçbir tarafa eğilmez.” “Hareketim ve sözüm bütün halk için aynıdır.”, “Zulme uğrayarak kapıma gelen ve adaleti bulan kimse benden tatlı tatlı ayrılır.” “Benim sertliğim zalimler içindir.”2.
Bu düşünce inançsal olarak Anadolu Alevi-Bektaşi inancında kimlik ve karakter özelliği olarak, “Tevella ve Taberra”, yani, zalime karşı, mazlumdan yana olmayı öngören birinci temel bir şarttır ki, bu beyin “asalet” sıfatıdır.
İşte ünlü şairimiz Fuzuli’nin Kerbela’daki zulüm nedeniyle Hz. Hüseyin Türbesi’ndeki hizmetini böyle değerlendirmek gerekir.
Peki Fuzuli kimdir? “Divan edebiyatımızı zirveye ulaştıran şairlerimizden biri olan Fuzûlî, edebiyatımızda en büyük lirik şair olarak ünlüdür. Bu büyük şairin hayatı hakkında bildiklerimiz çok sınırlı olup bunlar şuarâ tezkirelerindeki yetersiz bilgilerle Fuzûlî’nin kendi eserlerinden çıkarabildiklerimizden ibarettir.
Riyâzî, Fuzûlî’nin Farsça tanınmış bir kıt’asından dolayı onun Kerbelâlı olduğunu söyler ki, anlamı şudur: “Fuzûlî, mademki, benim makamım Kerbelâ toprağıdır o halde şiirimin her gittiği yerde saygı göstermesi gerekir. Benim şiirim altın değil, gümüş değil, la’l değildir. Bu kulun şiiri bir topraktır, fakat Kerbelâ toprağıdır.” Der.
Fuzûlî Hadikatü’s-süede’da olayları özellikle Hüseyin’in Kerbelâ’da şehit edilmesini çok içten bir bağlılıkla anlatması, yer yer eklediğimiz manzumelerle ifadesindeki etkiyi güçlendirmesi, şehitler şahı Hüseyin için meşhur Kerbelâ mersiyesini yazmış olması onun Şiî olduğunu gösteren delillerdir.”3.
Deniyor ki, buna katılmak mümkün değildir. Aslında, bunun gerçekle ilgisi pek görünmüyor. Zira Fuzuli bir Alevi-Bektaşi şairidir ki, yüklendiği misyon Alevi-Bektaşi cem erkanında “Çerağ uyandırma” hizmet erliğidir ki, bu da İslam’ın ilk orijininde “kırklar meclisi” muhabbetinin çerağ uyandırmanın piri Cabir-i Ensar’a dayanır:
“Cabir El-Ensari Camii ve Türbesi, “Harran’ın 20. Kuzeyindeki Cabir El-Ensar (Yardımcı) köyünde Cabir. B. Abdullah’a atfedilen bir türbe (meşhed) ve yanında yine O’nun adını taşıyan bir camii bulunmaktadır. Cabir El-Ensar’ın hicretten 16 yıl önce (m.607) Medine’de doğduğu, 697 yılında yine Medine’de vefat ettiği kaynaklarda kayıtlıdır.
Peygamber efendimiz ile birlikte birçok savaşlara katılan, Hz. Peygamber’in vefatından sonra Şam’ın fethinde bulunduğu bilinen Cabir B. Abdullah’ın Hz. Ömer zamanında Harran ve Urfa’nın fethine katıldığı ve İmam Bakır Hazretleri gibi şehit düşen bir uzvunun gömüldüğü yere bu türbenin ve caminin yapıldığı yine köylüler tarafından söylenmektedir.”4.
Bu ifade ve söylem Cabir B. Ensar’ın asıl misyonunu, yani Alevi-Bektaşi dergâhında “çerağ uyandırma” hizmetinin piri olduğunu dile getirmemektedir. Ancak, onun hizmet erliğini Hüseyin Dedekarğınoğlu şu şekilde ortaya koymaktadır.
“Delilci: “Çerağcı da denir. Hizmetin piri Cabir Ensari’dir. Dede cemevine gelip postuna oturunca Delil (çerağ) uyarılarak cem başlamış olur. Cemin bitişi ile de delilin yanması durdurulur., yani dindirilir. Delil yanmasını sağlamak için kullanılan yağ: tereyağı ve kurbanın iç yağları veya zeytinyağıdır.
Cabir El Ensar: “Hz. Peygamber ile birlikte savaşa katılmış, Şam’ın, Harran’ın ve Urfa’nın fetihlerinde bulunmuştur. Cabir El Ensar’ın Şanlıurfa ili Harran ilçesine bağlı Cabir El Ensar (Yardımcı) Köyü’nde türbesi ve camisi bulunmaktadır. Bu türbenin makam olması kuvvetle muhtemeldir.”5
“Fuzulî tevhidleri, münecaat ve na’tları, Âl-i aba veya Ehl-i beyt denen Hz. Muhammed ailesi hakkında yazdığı şiirleri dindar bir şairdir. Şiirlerinde dinî unsurlar geniş yer tutar. O, imanı sağlam, ahlâki meziyetleri üstün, büyük bir insan, tam bir Müslümandır.” (Mazıoğlu, s.11)
Şairin şiirlerinin ana teması ehlibeyt olduğu görülmektedir. Yukarıda araştırmacının onu Şii olarak göstermesi İranlı diye dışlanması için ileri sürülen bir saptırma olarak görülmektedir. Burada asıl önemli husus “çerağ” uyandırma ritüelinin hangi ülkede, hangi millete veya ortamda uygulandığı gerçeğidir. Konuya bu açıdan bakıldığında bu ritüelin ne Ortadoğu da ne de İran’da benzeri olan bir ibadet biçimi yoktur.
Osmanlı kendi kuruluşunu borçlu olduğu Edebali ve Bektaş Veli öğretilerini unutarak, kendi kendini asimile ettiği çağdan sonra, Türk olup, Alevi-Bektaşi inancını benimsemiş olanları dışladığı gibi, Paytaht’ta şeyhülislam kurumu vasıtası ile uzaklaştırma-sürgün ve suçlama için Şii algısı yaratılarak, Fuzuli’nin kimliğini gölgeleme, yani İranlı gösterme çabasından başka bir şey değildir.
Bugün Urfa’da revize edilmiş olsa dahi Urfa sıra gecesi ve mevlitlerinde Fuzuli’nin eserleri coşkuyla okunmaktadır.
*****
1- Ayfer Karakaya-Stump, “Irak’taki Bektaşi Tekkeleri”, Belleten Türk Tarih Kurumu, Ankara, 2007, s.689-691-702
2- Halil İnalcık, “Osmanlı Tarihinde İslâmiyet ve Devlet”, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2018, s.21
3- Prof. Der. Hasibe Mazıoğlu, “Fuzûlî ve Türkçe Divanı’ndan Seçmeler”, Kültür Bakanlığı Yayınları: 675, Ankara, 1992, s.1-10
4- A. Cihat Kürkçüoğlu, “Tarih ve Tarım Şehri Harran”, Harran Köylere Hizmet Götürme Birliği Kültür Yayınları, Ankara, 1995, s.41-42
5- Hüseyin Dedekargınoğlu, “Dede Garkın Süreğinde Cem”, Yurt Kitap-Yayın Ankara, 2010, s.133.
2