Tam Aralık ayının 20’sinde genel müdürün evinde bir araya geldiler. Koca bir çantanın içindeki paraları genel müdürün önüne koydu. Genel müdür çantayı teslim aldı ve Seyfullah Hocaya şöyle dedi: “Bak hocam, sen beni görmedin ve buraya gelmedin. Şimdi git; Şubat ayının 15’in de para veren bu arkadaşların tümü işe girmiş olacaklar. Ne var ki, hepsinin aynı beldede işe girmeleri zor olur; ama mutlaka Güneydoğunun muhtelif yerlerinde işe yerleştirilecekler. Merak etmesinler.” Hoca parayı teslim ettikten sonra ruhundaki ağırlıktan azıcık kurtulmuş gibiydi. Gönül rahatlığıyla (!) memleketine döndü.
Fakat genel müdür bir Ocaktan itibaren emekliye ayrılmak için dilekçesini çoktan vermişti. Ayrıca ailecek yurt dışına çıkmak için pasaport ve vize işlemlerini de halletmişti. Dolarları aldıktan sonra ailesi ve çocuklarıyla ABD’ye gitmek üzere yola çıktılar. Zaten bir oğlu orada okuyordu. Amerika’da bir ev satın almak için her şey düşünülmüştü. Uçak havalanmış ve yolcularımız 8 saat süren bir yolculuktan sonra Amerika’ya inmişlerdi.
Ocak ayı bitti; Şubatın 15’i de geçti; genel müdürden ve kadrolardan bir haber gelmedi. Para verenler Seyfullah Hocayı sıkıştırmaya başladılar, “Hani işe girecektik; senin genel müdüründen bir haber gelmedi. Neler oluyor hocam?” demeye başladılar. Seyfullah
Hoca sorulara daha fazla dayanamadı ve hemen Ankara’ya, genel müdürün yanına gitti. Genel müdürlük katına çıktı; makamında başka birisi oturuyordu. Kapıcısına sordu, “Hocam senin genel müdürün bir Ocak’tan itibaren emekli oldu” cevabını aldı. Seyfullah Hoca beyninden vurulmuşa dönmüş ve işlerin ters döndüğünü fark etmişti. Güvenlik güçlerinden kaçan bir mücrim gibi taksiye binip genel müdürün evine gitti.
Kapıyı çaldı; kapıya bir bayan çıktı, “Buyurun efendim, kimi aradınız?” dedi. Seyfullah Hoca, “Genel müdürün evine gelmiştim bacım, yoksa yanlış mı geldim?” dedi. Kadın, “Hayır, yanlış gelmedin; biz bu evi ondan satın aldık. Genel müdür ailesiyle birlikte Amerika’ya gitti” dedi. Seyfullah Hoca’nın başından sanki bir tencere kaynar su döküldü. İlk defa şeytanın tuzağına çekildiğini anladı. “Eyvah, ben ne yaptım; bu insanlara ne cevap vereceğim?” dedi.
Otobüse binip memlekete geri döndü. Çocuklarının işe alınacağını bekleyen adamlar onun geldiğini duyunca bir bir yanına gelmeye başladılar. Seyfuyllah hoca onlara, “Kardeşler, ne yazı ki size olumlu bir haber veremeyeceğim. Genel müdür olacak o şerefsiz adam, emekli olup kendisine verdiğim paralarla yurt dışına kaçmış. Bana 15 gün müsaade edin; evimi satacağım, ne fiyat ederse size vereceğim” dedi. Evini kelepir bir fiyatla 15 bin dolara sattı ve lojmandaki oğlunun yanına taşındı. Evin parasını, yanında sakladığı 2’şer bin doların üzerine koyup adamlara verdi. Geriye kalan 7500’er dolarlarını vereceğini söyledi.
Fakat kafası çok karışıktı. 300 bin doları nereden bulacaktı. Bu kadar büyük bir parayı iç kimseden borç da alamazdı. Mabedi başına yıkılmış bir zahit gibi olayın altında ezilmişti adeta. Ufukta hiçbir çare görünmüyordu. Eve gidiyor, eşinin ve çocuklarının yanında oturuyor; fakat ne onlarla konuşuyor ne de onların konuşmalarından bir şey anlıyordu. Eşi, “Seyfullah, Seyfullah… Hey… Hey… Beni duymuyor musun?” dediği halde çoğu kez onun sesini işitmiyordu. Ne diyeceğini, ne yapacağını bilmez haldeydi. Gözleri kararmış, kulaklarındaki uğuldamalar ayyuka çıkmıştı.
Bir gün ikindi namazından sonra camiden çıktı, eve geliyordu. Yolda “Galiba intihar etmekten başka çarem kalmadı” diye düşündü. Oğlu devlet lojmanlarında oturuyordu; kendisi de onun yanına taşınmıştı. Çevrede metruk bir bina vardı. Onu keşfetmek için bakmaya gitti. Kendini asacak bir yer arıyordu. Pencere camları kırık olduğu için gündüz bu işi yapamazdı. Çünkü dışarıdan görünürdü. Ama neden akşam olmasın? Eve gitti; mutfakta bulunan bir çamaşır ipini alıp cebine koydu ve hiçbir şey yokmuş gibi eşinin yanında oturmaya başladı. Biraz rahatlamış gibiydi. Hanımla dertleşti; veda eder gibi konuşuyordu. Hanımı, işi ruhsal tedirginliğine verdi ve bu veda gibi konuşmaya bir anlam yüklemedi. Akşam oldu; namaz kılmak için camiye gitti. Eşi, “Hocam namazdan dönerken bize ekmek getir, unutma” dedi.
Hoca namazdan sonra doğruda metruk eve gitti ve yanında getirdiği ipi tavana astı. Orada bir de eski bir kasa vardı. Kasanın üzerine çıkacak, başını ipe koyacak ve ayağıyla kasayı itip hayatına son verecekti. Öyle de yaptı. Henüz kasayı ayağıyla öteye itmeden birden bire kalbi yırtılmış gibi şiddetli bir acı hissetti. Dizleri titredi, bilekleri, dudakları ve yanakları karıncalandı. Hayatına son vermek kolay değildi. Ama kararlıydı; ayağını kasaya vurup bir dakika içinde son nefesini verdi.
Eşi ve çocukları sofrayı kurmuş, onun camiden dönüp ekmekle gelmesini bekliyorlardı. Uzun süre gelmeyince aramaya çıktılar. Camiye gittiler, camide kimseler yoktu. Sağa sola baktılar. Bir arkadaşına gidebileceğini düşündüler; telefon ettiler; oraya da gitmemişti. Yatsı ezanı okundu; izine rastlamadılar. Bir anda eşinin aklına o metruk ev geldi; burada olmasın, diye o metruk eve doğru gittiler. Fenerle içeri girdiler ve onun asılmış vücuduyla karşılaştılar.
Şeytan insana kötülüğü iyilik olarak gösterir ve yavaş yavaş onu kendi tuzağına çeker. Allah bizi şeytanın şerrinden muhafaza eylesin.