Eski Urfa’da kış mevsimi başlayınca masal dönemi de başlardı. Bir varmış bir yokmuş ile başlayan masallar, tıpkı insanların gerçek hayatını tasvir eder gibi olurdu. İnsanlar Dünya’ya gelir yaşar, ve sonuçta ölür. Yani insan yaşamı da tıpkı masallar da olduğu gibi bir nevi bir varmış bir yokmuş gibidir… Sanayi öncesi döneminin masalları Amerika’nın fantastik filmlerinden daha doğal ve daha etkileyiciydi. Çünkü doğa ve canlılar daha bu kadar bozulmamıştı. Her şey doğal akışı içerisinde devam ediyordu. Elektriğin olmadığı bir dönemde kışın soğuk karanlık gecelerinde, tek odalarında yaşayan ailelerin huzuru, tek eğlenceleri, genelde nine ve dedelerinin söyledikleri masallardı. Eski dönemler için hayat masal gibi desek doğrudur. Veya buna masal gibi bir hayat demekte mümkün. Çünkü maddi şartlar ve yaşam tarzı aslına uygun orijinal… Uzun kış gecelerinin bir sözlü edebiyatı olan söylencelerdi. Akşam olunca, Hele gök gürleyip şimşekler çakınca çocuklar korunma iç güdüsüyle korkudan annelerine babalarına atılır, yaşanılan ortam ve duygu durumu masal içinde masal gibi olurdu. Eski Urfa’da kış mevsiminden çok korkulurdu. İnsanlar bir yıl boyunca asıl hazırlıklarını kış ayları için yaparlardı. Bu nedenle halk Urfa şivemizle “zehreyi içeri kodunmu korkma denilirdi”. Zehre dediğimiz yiyecek, yakacak, bir de giyecek eşyaları da eklemek gerek. Eski kışlar çok soğuk ve sert geçerdi. Çok kar yağardı. Güney batı yönünün dağlık kesimlerinde yazın kullanmak üzere karlıklarda karlar saklanırdı. Yiyecek gıda maddeleri ekmek, her şey doğal şekilde evlerde yapılır. Bulgur ve ekmek en çok tüketilen gıdalar arasında birinci sırada olur. Yemek çoğu kez sabah akşam yenilir. Sabah kahvaltısı şimdi olduğu gibi çeşitli gıdalar eşliğinde çayla olmaz. Çünkü o dönem Urfa’da çay neredeyse bulunmaz. Sabah genelde mercimek çorbası veya bizim ekmek aşı dediğimiz salça biber soğan ve yağdan oluşan ekmekle yenilen bir çeşit çorbadan ibaret olurdu.
Sabah çorbası evin babası sabah namazından geldikten sonra, cennet hanımı anneler sabah çorbasını yapmış olurdu. Aile bir leğende olan çorbaya birlikte kaşık sallardı. Akşam yemekleri dedik ya genelde bulgur yemeğinden oluşurdu. Yatsı namazından sonra masallar ve meseller konuları başlamış olurdu. Yakın zamanlarda olan meseller destansı bir tarzda birer ders niteliğinde özelikle çocuklara anlatılır. Bizim çocukluk döneminde bu tür konulardan en çok anlatılan mesellerden biri, kanlı mağara trajik hikayesiydi. Bir grup arkadaş bir kış gecesi otururlar sohbet ederler, Konu cesaretten yiğitlikten açılır. Eski dönemler de her yerde olduğu gibi Urfa’da elektrik yoktu. Bu nedenle insanlar gece karanlıktan korkarlardı. Arkadaşlar aralarında bahse girerler, derler kim bu gece sarı mağaraya gidip en dibine kazık çakarsa en yiğit odur derler. Sarı mağara dediğimiz yer dağlar arasında Urfa’ya yaklaşık yirmi kilometre bir yerdir. Şimdiki gibi taksi araç yok. Yaya gidilecek. Gece saat 12. Bir adam ortaya çıkar, ben gidip mağaraya kazık çakacağım der. Arkadaşların şartı ise, gerçekte mağaraya kazık çakılıp çakılmayacağını görmek için sabah olunca arkadaş grubu birlikte gidip bakmak olacak. Ortaya çıkan adam a o şartı yerine getirmek üzere aralarından çıkar gider Sabah olunca arkadaş grubu mağaraya giderler. Gördükleri manzara korkunçtur. Adamın kafası parçalanmış, kazık karanlıkta mağaraya değil de entarisine çakılmış bir vaziyette bulurlar. Bu olayın yorumu ise, adam geçekten cesur, ancak bir talihsizlik olarak kazığı mağara duvarına değil entarisine çakmış. İşini bitirdiğini zan ederek geri dönecek o da ne gidemiyor. Sanki birisi kendisini tutmuş bırakmıyor. Adam korkuya kapılır o dönem Urfa’da çok revaçta olan cin, netekin korkusuna kapılır, kafasını duvara vura vura ölür. Tabii insanın cesareti bir yere kadardır. Yaşadığımız bu çağda artık masallar dönemi kapandı. Modern masallar ise artık insanların yüz yüze iletişiminin fazla olmadığı sanal bir aygıt olan elektronik araçlar, televizyonlar, bilgisayarlar, cep telefonları dönemi demek mümkün.